13 Aralık 2011 Salı

Yazmak

Eskiden daha rahat yazardım sanki. İçimden akıp giderdi. Şimdi daha zor geliyor yazmak. Yazamayınca düşünmek de zor geliyor. Ya da düşünmek zorlaştıkça mı yazmak zorlaştı bilmiyorum. Yoruldum biraz da. Düşüncelerimi toparlayamıyorum. Aklıma bazen sadece başlıklar geliyor. Çocuk, anne, iş, baba, gelecek, evlilik, şablonlar, toplum, kurallar, mutluluk, para, ben, eğlenmek, arkadaşlar, tatil, huzur, heyecan gibi... Hepsinin altı doldurulmayı bekliyor.

Bir de minik hasta oldu biraz bugün. Ben de üzülüyorum ve çaresiz kalıyorum. Hasta olacak elbette ama çok minik olunca ne yapacağını şaşırıyor insan. 8 aylık oğlum ve burnu akıyor. Başka bir yeri ağrıyor mu bilmiyorum. Ateşi de yok ama işte minik olunca, derdini de anlatamıyor, burnunu çekip duruyor bir tanem.
Pin It

23 Kasım 2011 Çarşamba

kareteee!

Pin It

16 Haziran 2011 Perşembe

kurtuluş..

Doğanızı yadsırsanız
o yadsımanın derinden bağımlısı olursunuz.
Olanı, kendi hakikati içinde kabullendiğinizde
kurtulursunuz.
Kişi reddederek kurtulmaz.
Kişi severek kurtulur.

(Pat Rodegast ve Judith Stanton, Emmanuel’in Kitabı, Meta Yayınları.)
Pin It

29 Mayıs 2011 Pazar

Özgürlük ve Sevgi

Özgürlük ve Sevgi

Belki de bazılarınız benim özgürlük konusunda söylediklerimi tam olarak anlayamamışsınızdır. Anlatmak istediğim şey şu: yeni düşüncelere, alışık olmadığınız şeylere açık olmak son derece önemlidir. Güzeli görebilmeniz iyi de gene de yaşamdaki çirkin şeyler gözünüzden kaçmamalı, her şeye karşı uyanık olmalısınız. Tıpkı bunun gibi tam olarak anlayamadığınız şeylere de açık olmalısınız. Çünkü bu konular üzerinde düşündükçe enine boyuna tartıp biçtikçe yaşamınızı zenginleştirme olanaklarınız artacaktır.
Bilmem hiç sabahın erken saatlerinde güneşlin sudaki yansısını ilgiyle izlediniz mi? Nasıl olağanüstü bir yumuşaklığı vardır ışığın ve nasıl karanlık sular kımıl kımıldır. Ağaçların üzerinde gördüğünüz çoban yıldızı gökteki tek yıldızdır. Hiç böyle şeylerle ilgilendiniz mi? Yoksa günlük işlere kendinizi öylesine kaptırmış olduğunuzdan uğraşlarınız daha ağırlıklı bir yer tuttuğu için bu dünyanın onca güzelliklerini unuttunuz ya da hiç tanımadınız mı? İstersek kendimizi komünist, kapitalist, Hindu, Budist, Müslüman, Hıristiyan diye tanımlayalım, istersek kör topal yada esenlikli ve mutlu olalım, bu dünya bizim dünyamızdır. Anlayın bunu. Bu bizim dünyamızdır başkalarının değil. Yalnız güçlü olanların yöneticilerin, egemen sınıfların toprak ağalarının dünyası değil bu hepimizin dünyası, sizin de benim de dünyam bu dünya. Biz önemsiz kimseleriz ama bu dünyada yaşıyoruz hep birlikte bu dünyada yaşamaya mecburuz. Zenginlerin olduğu gibi fakirlerin dünyası da bu dünya. Bu bizim dünyamız. Bunu iyice anlamak içten içe duyup bu dünyayı sevmek yalnız şöyle arada bir değil yalnız erinçli bir sabah vakti değil her zaman sevmek bizim dünyamızın bu dünya olduğunu bilincinde olup sevmek için özgürlüğün ne olduğunu anlamak gerekli.
Çağımızda özgürlük diye bir şey yok. Özgürlüğün anlamını da bilmiyoruz. Özgür olmak isteyecektik ama eğer farkındaysanız, herkes ana babanız öğretmenleriniz, hukukçular politikacılar, polisler askerler , işadamları, kendi küçük köşeciklerinde bizim özgürlüğümüzü engellemek için elbirliği içindeler.

Özgür olmak bir tek canının istediğini yapmak ya da sizin elinizi kolunuzu bağlayan dış koşulları kırmak demek değildir. Ama bağımlılık sorununu tam olarak anlamak demektir. Bağımlılık ne demektir biliyor musunuz? Ana babanıza bağımlısınız, öğretmeninize bağımlısınız, aşçıya, postacıya, sütçüye bağımlısınız ve bunu böylece uzatıp sürdürebilirsiniz. Bu tür bağımlılığı insan kolayca anlayabilir ama daha derinlere işlemiş bağımlılıklar var ki, bunları anlayabilmek için öncelikle özgür olmak gerekir. Bir kimsenin mutlu olmak için başka bir kimseye gereksinme duymasının, sizin mutluluğunuzun başka bir kimseye bağımlı olmasının anlamını anlayabiliyor musunuz? Burada anlatmak istediğim mutlu olabilmek için belirli bir kimsenin gövdesel varlığına duyulan gereksinme değil kuşkusuz, elbet bu da çok güçlü bir bağdır, ama asıl bağımlılık o kimsenin mutlu olabilmek için bir başka kimseye karşı duyduğu derinlere işlemiş ruhsal bağımlılıktır. İşte böylesine bir kimseye bağlı oldunuz mu bu bağımlılığınız bir tutsaklık olur. Büyüdüğünüz zaman da duygusal olarak ananıza babanıza karınıza ya da kocanıza bir guruya bir düşünceye bağlı kaldınız mı bu köleliğin başlangıcı demektir. Çoğumuz hiç olmasa gençken özgür olmak istememize rağmen bunu anlayamıyoruz.

Özgür olmak için her türlü ruhsal bağımlılığa karşı çıkmalıyız. Niçin bağımlı olduğumuzu iyice anlayamasak bağımlılığa karşı çıkamayız. Her türlü ruhsal bağımlılığa karşı çıkıp kendimizi bu bağımlılıklardan kurtaramadıkça özgür olamayız. Çünkü özgürlük ancak ruhsal bağımlılıklardan kurtulduğunuz zaman vardır. Özgürlüğü bir tepki saymak da yanlış olur. Tepkinin ne olduğunu biliyor musunuz? Eğer sizi kızdıracak bir şey söylersem size küfür edersem siz de bana kızarsınız bu bir tepkidir. Bağımlılık bir tepkidir. Bağımsızlık bir başka türlü daha ileri bir tepkidir. Ama özgürlük tepki değildir. Tepkinin ne olduğunu anlayıp onu aşamadıkça özgür olamazsınız.

Bir kimseyi sevmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz? Bir ağacı, bir kuşu ya da bakıp gözettiğiniz bir evcik hayvanı sevebilir misiniz? Size hiç karşılık vermese, gölgesinden de yararlanmasanız arkanızdan da gelmese, size bağımlılık da duymasa gene de sevebilir misiniz? Çoğumuz böyle bir sevgiye kapalıyız. Çoğumuz bu biçimde sevemeyiz, çünkü bizim için sevgi her zaman kaygıyla tedirginlikle kıskançlıkla korkuyla çevrelenmiştir. Yalnızca sevip sevgiyi orada bırakmak istemiyoruz. Sevip de sevmekle yetinemiyoruz, sevgimize bir karşılık bekliyoruz. Bu isteğimizle de başka bir kimseye bağlı olmuş oluyoruz.

İşte bunun için sevin ve bununla yetinin. Sevgi bir tepki değildir. Eğer siz “beni severseniz ben de sizi severim” diyorsanız bunun adına ticaret denir. Alış veriş denir. Op zaman sevgi pazarda alınıp satılacak bir şey olur buna sevgi denmez. Sevmek bir karşılık beklememektir. Sevdiğiniz zaman bir şeyi verdiğinizi bile düşünmemelisiniz. Ancak böyle bir sevgi özgürlükle uzaklaşabilir. Ama biliyorsunuz siz bu tür bir sevgi için eğitilmediniz. Size matematik öğrettiler, kimya öğrettiler, coğrafya, tarih öğrettiler, heğsi bu kadar. Çünkü ananızın babanızın istediği sizin iyi bir iş sahibi olmanıza yaşamınızda başarılı olmanıza yardımcı olmaktı. Eğer ananız babanız paralı kimselerse sizi yabancı ülkelerde eğitirler. Ama dünyadaki başka insanlar gibi tüm amaçları sizin varlıklı bir insan olmanız toplumda saygın bir yer doldurmanızdır; siz de daha yukarılara tırmandıkça başka insanların daha da mutsuz daha da dertli olmalarına neden olursunuz. Çünkü başarılı olmak için yarışmalısınız acımasız olmalısınız. Onun için analar babalar çocuklarını başarılı olmaya özendirildikleri yarıştırıldıkları ama sevginin olmadığı okullara gönderiyorlar onun için de çekişme didişme içinde kokuşmuş bir toplumda yaşıyoruz, politikacılar, yargıçlar, toprak ağaları barıştan söz ediyorlarsa da, onların sözlerinin hiçbir anlamı yok.

Şimdi birlikte bu özgürlük sorununu iyice anlamaya çalışalım: sevmenin ne demek olduğunu kendi kendimize bulmalıyız. Eğer sevgiyi tanımıyorsak hiçbir zaman başkalarını düşünüp ilgilendiren başkalarının incitmemeye çalışan insanlar olamayız. Eğer yalın ayak dolaşan insanların geçtiği bir yolda sivri bir taş görürseniz bunu kaldırın. Sizin böyle yapmanızı istedikleri için değil de içinizde hiç tanımayacağınız, hiç rastlamayacağınız kimselere karşı bir duygu olduğu için yapın. Bir ağaç dikip onu büyütmek ırmağın akan sularını seyretmek, dünyanın güzelliğinin keyfine varmak, uçan bir kuşu izlemek ve uçuşunun güzelliğini fark etmek, yaşam adı verilen bu olağanüstü olaylar zincirine duyarlı olmak bütün bunlar özgür olmayı gerektiriyor. Özgürlük için insanın içinde sevgi olmalı sevgi olmasa özgürlük hiçbir değeri olmayan bir kavramdan başka bir şey değildir. Onun için duygusal ruhsal bağlılığın ne olduğunu iyice anlayıp bu tür bağlardan kendilerini koparamayanlar bu yüzden de sevginin ne olduğunu bilmeyenler için özgürlük diye bir şey olamaz. Ancak özgür insan yeni bir uygarlık değişik bir dünya yaratabilir.

Soru: İstekler nereden kaynaklanıyor? İsteklerden kendimizi nasıl kurtarabiliriz?

Krişnamurti: bu soruyu bir delikanlı soruyor. Niçin kendimizi isteklerden kurtaralım? Görüyorsunuz ya bir soruyu soran bir delikanlı. Yaşam dolu canlı kanı kaynayan bir delikanlı niçin kendisini isteklerden kurtarmak istemiş olsun? Ona isteklerden kendisini kurtarmış olmanın büyük erdem olduğu isteklerin tutsaklığından kendisini kurtarıp özgür olunca tanrıya ya da tanrı yerine hangi yüce ilkeyi koyarsanız ona ulaşacağı söylenmiş olmalı. Ama zaten isteklerden kurtulma isteği kendisi de bir istek değil mi? Bu isteğin temelinde de korku var.

İsteğin kaynağı kökeni ne? Nasıl ortaya çıkıp gelişiyor istek? Bir şey ilginizi çekiyor ve onu istiyorsunuz, bir otomobil görüyorsunuz ya da bir deniz motoru. Onlara sahip olmak istiyorsunuz. Ya da zengin bir kimsenin yaşantısına özeniyorsunuz. Belki de bir ermiş olmak istiyorsunuz. İşte isteğin kökeni bu. Görmek bir ilişki içinde olmak bir duygu uyandırıyor, bu duygulardan da istek doğuyor. Siz isteklerin tedirginliklere iç çatışkılara yol açtığını fark ettiğiniz için kendimi isteklerden nasıl kurtarabilirim diye soruyorsunuz. Sizin asıl kendinizi kurtarmak istediğiniz şey istek değil isteklerin neden olduğu üzüntüler, kaygılar sabırsızlıklar, acılar. Siz isteklerden değil isteklerin acı meyvelerinden kurtulmak istiyorsunuz. İşte bu nokta son derece önemli. Eğer istekleri birlikte getirdikleri acılardan ıstıraplardan kaygılardan, korkulardan arındırmayı bilseydik geriye yalnızca istediğiniz şeyleri elde etmenin zevki hazzı kalsaydı o zaman isteklerden kurtulmak isteyecek miydik?

İnsanda kazanmak başarmak bir yerlere varmak isteği oldukça bu istekler yanlarında kaçınılmaz bir biçimde tedirginlikleri kaygıları ıstırapları da getirecektir. Zengin olma tutkusundan şöyle ya da böyle bir kimse olma sevdasından ancak bu isteklerin nasıl huzur bozucu yıkıcı etkisi olduğunu anlayınca kendimizi kurtarabileceğiz. İster bir bakan ya da bir yargıcın ister bir din büyüğünün ya da bir gurunun olsun güçlüm olma tutkusunun yağısından gelen bir kötülüğü olduğunu iyice anladıktan sonra güçlü olmak istemeyeceksiniz. Ama biz hırsların tutkuların bizleri ahlaksızlığa acımasızlığa ittiğini güçlü olma tutkusunun kötü olduğunu göremiyoruz. Tam tersine gücü iyi yolda kullanacağımızı söylüyoruz. Saçmalıktan başka anlamı yok bu sözlerin. Kötü bir araç hiçbir zaman iyi amaca hizmet edemez. Eğer kullanılan araç kötüyse bu araçla elde edilen sonuç da kaçınılmaz olarak kötü olacaktır. İyiyi kötünün karşıtı olarak düşünmemelisiniz. Ancak kötülük bütünüyle yok edilince iyilik ortaya çıkar.

İşte bunun için biz isteklerin yan etkileriyle, sonuçlarıyla birlikte tam olarak anlamını kavramadıkça isteklerden kurtulmayı istememizin bir anlamı olmaz.

Soru: Toplum içinde yaşamamızı sürdürürken kendimizi bağımlılıklardan kurtarmamız nasıl olabilir?

Krişnamurti: toplumun ne olduğunu biliyor musunuz? Toplum insanlar arası ilişkilerden başka bir şey değildir. Siz de böyle düşünmüyor musunuz? Konuyu fazla karışık duruma getirmeyin. Kitaplardan alıntılar yapmaya kalkamayın. Son derece basit olarak düşünün. Toplumun bizimle sizin ve başka insanların arasındaki ilişkilerden başka bir şey olmadığını göreceksiniz. İnsanlar arası ilişkiler toplumu yapıyor. Ve bizim yaşadığımız toplum kazanmak elde etmek elde ettiklerini korumak ilkesi üzerine kurulmuş. Çoğumuz para kazanmak güçlü olmakla mal mülk edinmek istiyoruz, şu dünya üzerinde etkili biri olmak istiyoruz. Bunun içinde kazanmak elde etmek elde ettiklerini tutmak ilkesine dayalı bir toplum inşa ettik. Biz bunları istedikçe bu toplumun malıyız ve bu nedenle de bu topluma bağlıyız. Ama bir kimse çıkar da bu saydığımız şeylerden hiş birini istemezse ve büyük bir alçakgönüllülükle olduğundan fazla bir şey olmamayı içine sindirirse o zaman o bu oyunun dışlında kalır, topluma başkaldırır ve toplumla olan bağlarını koparır.

Yazık ki günümüzde sizi bu para canlısı mal ve güç düşkünü topluma ters düşmeyecek uyum sağlamayı ayak uyduracak biçimde eğitip yetiştiriyorlar. Ananızın babanızın öğretmenlerinizin ve okudunuz kitapların ilgilendikleri yalnızca bunlar. Siz bu topluma uyum sağlayın para canlısı mal düşkünü acımasız çıkarcı, mahveden bir insan olun o zaman saygıdeğer bir insan olacaksınız. Size verilen eğitim işte böyle bir topluma uyum sağlamanız içindir. Eğer bunun adına eğitim diyebilirseniz? Böyle bir eğitimin amacı yalnızca sizi bir modele uymanız için koşullamaktan başka nedir ki? Eğitimin işlevi sizi bir memur bir yargıç ya da bir başbakan yapmak olmamalı, eğitim sizin bu kokuşmuş toplumun tüm yapısını anlamanıza ve sizin özgürlük içinde gelişmenize ve sonuçta bağımsızlığınızı kazanıp farklı bir toplum yeni bir dünya yaratmanıza yardımcım olmalı. Ancak böyle yarım yamalak değil. Tam olarak başkaldıranlar eskiye isyan edenler para canlısı mal mülk düşkünü olmayan çıkar mevki ve güç peşinde koşmayan bir toplum yaratabilirler.

Hep yaşını başlını almış kimselerin bu böyle gelmiş böyle gider bütün bu olanlar insan doğasının gereğidir. Sizin söylediğiniz şeyler hiçbir zaman gerçekleşmeyecek saçma sapan hayallerdir dediklerini biliyorum. Ama böyle söyleyenlerin gözlerinden kaçan bir şey var: bugüne dek hep çocukları koşullandırmayı düşünmüşüz, hiç yetişkin insanları koşullanmaların etkisinden kurtarmayı düşünmemişiz. Kuşkusuz eğitim hem engelleyici hem de özgürleştiricidir. Siz yetişkin öğrenciler artık biçim almış koşullandırılmışsınız, artık hırslarınızın tutkuların tutsağı olmuşsunuz.

Babanız gibi ya da falanca bakan bilmem kim gibi başarılı olmak istiyorsunuz. İşte onun için eğitimin gerçek işlevi yalnızca sizi koşullandırmalardan kurtarmak değil, aynı zamanda her geçen gün yaşam sürecini daha iyi anlamanızı sağlayarak özgürlük içinde gelişmenize ve yeni bir dünya yaratmanıza imkan vermek olmalı. Bu yeni dünya bugün içinde yaşadığımız dünyadan bütünüyle farklı olmalı kuşkusuz. Ne var ki ne ananız babanız, ne öğretmenleriniz ne de halkın büyük çoğunluğu bu konuyla ilgilenmiyorlar. İşte onun için eğitim öğrenciyi olduğu kadar öğretmeni de eğiten bir süreç olarak ele alınmalı.

Soru: Niçin insanlar çatışıp çekişiyorlar?

Krişnamurti: niçin oğlan çocuklar kavga ediyorlar? Siz bazen kardeşinizle yafa başka çocuklarla kavga ediyorsunuz. Kavganızın nedeni ya bi oyun vardır ya başka bir çocuk topunuzu ya da kaleminizi almıştır siz de onları geri almak için kavga ediyorsunuz. Yetişkin kimselerde tam olarak aynı nedenden kavga ediyorlar. Yalnız onların oyuncakları para pul mevki ve güç sahibi olmaktır. Eğer siz güçlü olmak istiyorsanız ben de güçlü olmak istiyorsam kavga ediyoruz. İşte uluslar da bunlar için savaşıyorlar. Bu kadar basit. Konuyu karmaşık duruma getirenler filozoflar politikacılar ve din adamlarıdır. Sizinde bildiğiniz gibi çok şey bilmek çok deneyimlerden geçmiş olmak yaşamın zenginliğini zorlu yanlarını getirdiği ıstırapları kahkahaları göz yaşlarını tanımış olmak büyük bir sanattır. Ama bildikleriniz kafanızı karıştırmamalı her şeyi basite indirgeyerek anlayacak biçimde zihninizi eğitmelisiniz. Bunu da sevmeyi öğrendiğiniz zaman yapabilirsiniz.

Soru: Kıskançlık nedir?

Krişnamurti: kıskançlık sahip olduklarınızla yetinmemek ve başkalarının sahip olduklarının çekememektir. Sahip olduklarınızdan hoşnutsuzluk çekememezliğin asıl nedenidir. Bir başkası gibi olmak istiyorsunuz. Sizden daha bilgili daha güzel daha büyük evi olan daha fazla gücü daha yüksek bir mevki olan bir kimsem gibi olamadığınız için onu çekemiyorsunuz. Ya da daha erdemli olmak daha iyi meditasyon yapmasını bilmek tanrıya daha yakın olmak, olduğunuzdan daha üstün bir insan olmak istiyorsunuz, bunun için de bu konuda sizden daha ileride olanları çekemiyor, kıskanıyorsunuz. Gerçek kimliğinizi tanımanız son derece güç bir şeydir. Çünkü bunun için olduğunuzdan başka bir insan olma isteğinizden bütünüyle vaz geçmeniz gerekiyor. Kendinizi başka bir insan yapma isteğiniz kıskançlıklara çekememezliklere yok açıyor. Aslında gerçek yüzünüzle kendinizi tanıdığınız zaman bu değişme kendiliğinden oluyor. Ama size verilen eğitim sizi olduğunuzdan farklı bir kimse olmayı istemeye itiyor. Kıskandığınız zaman da size kıskanç olma kıskançlık kötü bir şeydir diyorlar. Siz de kıskanç olmamaya çabalıyorsunuz. Ama kıskanç olmama çabası da kıskançlığın bir parçası. Çünkü kıskanç olmamaya çalışarak olduğunuzdan farklı bir kimse olmaya çalışmış oluyorsunuz.
Hep bildiğiniz gibi güzel bir gül güzel bir güldür. Ama biz insanlara düşünme yeteneği verilmiş ve bu yüzden biz yanlış şeyler düşünüyoruz. Nasıl düşünüleceğini bulabilmek bir hayli iç görüyü, derinlemesine bir anlayışı gerektiriyor. Ama ne düşüneceğimizi bilmek biraz daha kolay. Bugün bize verilen eğitim ne düşünmemiz gerektiğini bize öğretiyor. Nasıl düşüneceğimizi işin derinine nasıl ineceğimizi özü nasıl kavrayacağımızı öğretmiyor. Yalnız öğrenci değil öğretmen de nasıl düşünüleceğini öğrendiği zaman okul okul adına layık olacaktır.

Soru: Niçin kitap okumalıyız?

Krişnamurti: niçin kitap okumalıyız? Bak şimdi iyice dinle. Niçin oyun oynamalıyız? Niçin yemek yemeliyiz? Niçin akan ırmağın sularına bakmalıyız? Niçin böylesine acımasız diye sormuyorsun? Yapmak istemediğin bir şeyi yapman senden isteniyor diye isyan ediyor ve niçin kitap okumalıyız diye soruyorsun. Aslında okumak gülmek acımasız olmak iyi olmak akan ırmağı seyretmek bütün bunlar yaşamın bütününün içindedir. Eğer nasıl okuyacağınızı nasıl yürüyeceğinizi bilmezseniz bir yaprağın güzelliğini değerlendiremezseniz siz yaşamıyorsunuz demektir. Yaşamın bütününü birden anlamalısınız. Yalnız bir bölümünü anlamanız yetmez. İşte bunun için kitap okumalısınız, işte bunun için göğe bakmalı şarkı söylemeli dans etmeli şiir yazmalı acı çekmeli anlayışlı olmalısınız. İşte yaşam budur.
Pin It

11 Mart 2011 Cuma

Tecrübeler... (II)

OLGUN İNSANIN VASIFLARI
Yetişkinlik döneminde dış dünyanın belirsizlikleriyle başaçıkabilmek ancak olgunlaşmayla mümkündür. Olgun insanın vasıfları; empati, hoşgörü, bağışlayıcılık, sevgi, sabır, şükür ve cömertliktir. Bu özelliklerin hepsinin özel hayatta ve iş hayatında karşılığı vardır. Çok kullanıldığı ve tekrarlandığı halde hayata yansıtmakta en büyük güçlük çekilen özellik "empati"dir. Empati, kendini karşısındaki insanın yerine koyma, hissettiğini sezme ve bunu ona yansıtmadır. Empati konusunda yaşanan güçlüğün kaynağı, empati için karşımızdaki kişiyle eşit ilişki kurmak gerekmesidir. Karşısındakini eşit kabul etmeyen kişi, ona ancak "acır" ve "merhamet duyar" ancak empati gösteremez.
Hoşgörü, olumluya odaklanmak ve yanlış yapılan bir işte bile önce niyet ve gayreti fark etmektir. Hoşgörü, insanlara gelişmek için fırsat vermektir. Hoşgörü olmadan kendimizi de insanları da geliştiremeyiz. Bu özelliğe sahip insanlar "yaklaşılabilir" insanlardır. Bu nedenle çevrelerinde kalıcı etki yapan ve iz bırakan insanlar yaklaşılabilir ve sıcak olanlardır.
Bağışlayıcılık, iç barışa ulaşmak ve çevremize olumlu enerji vermek için "keşke"lerden kurtulup "iyi ki"lere yönelmek için gereklidir. Birlikte çalışmak ve yaşamak için temel koşuldur. Gerçek sevgi bağışlamayı da içinde taşır. Özellikle de en bağışlanmaz görüneni. Bu, karşıdaki kişiye yapılan bir iyilik değil, kişinin kendi içindeki zehirden kurtulması için kendisine yaptığı bir iyiliktir.
Sevgi, insanlara enerji vermek ve onların potansiyelini hayata yansıtmalarına aracılık etmek için temeldir. Evde de işte de. Bu nedenle sevmek için bağışlamak gerekir. Sabır, çocukların, astların, çevremizdeki insanların beceri kazanmaları, kendilerini değerli bulmaları ve geliştirmeleri için gereklidir. Sabır göstermek, iç gerginliğimizi yenip dünyayı algılayabilmeyi mümkün kılar.
Şükür, insanın elindekilerinin kıymetini bilmesidir. Şükür "olmuş olana değil, olabilecek olana" odaklanmak için gereken gücü verir. Olumlu ve yapıcı düşünce biçiminin temelini oluşturur. Olgun insan, kalbine yakın olanı "çantada keklik" saymaz ve "kendisi için ne kadar önemli olduğunu" ve "ne için önemli olduğunu ona hissettirir. Bunun için de onlara zaman ayırır.
O insanların varlığına şükreder ve onlarsız hayatın ne kadar anlamsız olduğunu düşünür. İnsanlar hayata dair en değerli ve temel şeyleri, kaybetmek üzere oldukları zaman öğrenirler. Şükredebilmek, bize bunların değerini kaybetmeden önce fark etme imkanı verir. Şükretmek olumlu tutumun ve yapıcı bakış açısının çekirdeğini oluşturur. Şükretmeyi bilen insan "şu anda iyi olan ne?" sorusunu sorar ve elindeki imkanlardan kaynaklardan yararlanarak sorunlara yapıcı çözümler getirir. Cömertlik, yardımlaşma, ihtiyaç duyana, beklemediği zamanda bile "verme", ekip çalışmasının da sağlıklı bir beraberliğin de en güçlendirici öğesidir. Her türlü ilişkinin bitmesinin en önemli nedenlerinden biri, ihtiyaç duyduğu zaman birinin diğerine yardım etmemesidir. "Bu benim sorunum değil" veya "Bu senin sorunun ben karışmam" ifadeleri, ilişkileri önce yaralar, sonra da kopartır.
..
Hayatında değişiklik yapmak ve farklılık getirmek isteyen insanın kendine uyan yöntemi bulması, sonra kararlı olması, daha sonra da disiplinle doğru eylemleri uygulaması gerekir. Ancak yukarıda saydığımız empati, hoşgörü, bağışlayıcılık, sevgi, sabır, şükür ve cömertlik özelliklerine sahip olmayanların aşırı kararlılıkla uyguladıkları disiplin, kişiyi olgun değil saplantılı kılar. Çünkü bütün ilmini tek kitaba borçlu olanlar "fanatik"tir. Ne türlü olursa olsun fanatikler dünyaya tek bir açıdan bakarlar ve her olayı ve kişiyi kendi kafalarındaki şablona oturturlar.
Fanatikler, kendileri gibi düşünmeyenlere tahammül gösteremezler.

PROF. DR. ACAR BALTAŞ

"Ayağını Yorganına Göre Uzat" kitabından...
Pin It

Tecrübeler... (I)

"Kimse kimseye hayatı öğretemez. Hayat reçete edilemez. Herkes kendi yanlışlarını yaparak hayatı öğrenir. Ancak bütün yanlışları yapacak kadar da uzun yaşanmaz. Bu nedenle akıllı ve olgun insanlar başkalarının yanlışlarından öğrenirler.

İnsan hayatı boyunca huzur arar. Oysa mutluluk ve huzur, eğer kişi koruyucu ve destekleyici bir aile ortamında büyümüşse, ancak hayatın ilk üç yılında yaşanabilir. Çünkü çocuk evde geçirdiği hayatının ilk yıllarında oynadığı oyun ve kurduğu ilişkilerde, kendisini herşeyi yapma gücüne sahip, her şeye hakkı olan ve ölümsüz bir varlık olarak görür. Bunlar, bir bakıma, "kadir-i mutlak, hakim-i mutlak ve ölümsüzlük" olarak adlandırılan ve Tanrı'ya vakfedilen vasıflardır. Hayatın ilk 3 veya 5 yılında bu huzur doyurucu bir şekilde yaşanmışsa, kişi hayatın dalgalanmalarına ve belirsizliklerine de o ölçüde iyi göğüs gerebilir ve bunlarla başa çıkabilir.

Ergenlik, evlilik, hamilelik, anne-baba olmak yaşdönümü, emeklilik, yas gibi değişimler de çok fazla zorlanmadan geride bırakılır. Yetişkinlikte sağlık, mutluluk ve huzur "gerçeklik" ve "karşılıklılık" ilkelerinin içselleştirilmesiyle ve "ölümlülüğü kabul" ile mümkündür. Olgun insan gerçeklik ilkesi uyarınca, gücünün sınırlarını bilir ve kabul eder. Birey yetişkin olma yolunda karşılıklılık ilkesi uyarınca sorumluluklarının farkına varır. Bir şeyi istiyorsa, karşılığında bir şey vermesi gerektiğini bilir. Çevresindeki insanların varlık nedeninin onun ihtiyaçlarını karşılamak olmadığını bilir. Kendini keşfetme yolunda ilerleyen insan, daima kendi direnciyle karşılaşır ve acı çeker. Çünkü kendi iç dünyasının derinlikleriyle karşılaşan insan, içindeki sırları bilmek de bildirmek de istemez.
Pin It

1 Mart 2011 Salı

Doğan Cüceloğlu'ndan çocuk üzerine

İki Masum Davranış ve Farkına Vardığım Beş Kavram

Koltuğa çıkmaya çalışan 11 aylık bir bebeği kollarının altından tutup koltuğa ‘Hoppaa!’ diyerek çıkardığımda babası kızmış, “Niçin yaptın?” diye sormuştu. “Çıkmaya çalışıyordu!” dedim.
“Ben de biliyorum, çıkmaya çalışıyordu, sen niye çıkardın?” diye sorusunu yineledi.
Anlayamadığım için babanın yüzüne bakakalmış, ne diyeceğimi bilememiştim.
Babanın yüzüne bakakaldığım zaman ben dört yıl psikoloji okumuş ve iki yıl da psikoloji bölümünde asistanlık yapmıştım. Daha sonra baba, “Sen ne yaptığının farkında mısın?” diye sordu ve konuşmaya devam etti: “Oğlum o koltuğa kendisi çıkmak istiyordu. Kararı kendisi vermişti ve kendi başına bunu başarabileceğini hissetmişti. Belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ve eminim sonunda o koltuğa çıkacaktı.”

“O koltuğa çıktığı zaman ne yapacaktı? Hemen dönüp bana bakacaktı. Bir gözüm onu izliyordu ve o dönüp başarmış bir çocuğun gözlerindeki ışıltıyla bana baktığında, gülümseyecek ve ‘Çıktın!’ diyecektim. Çok muhtemelen inecek yeniden çıkmaya çalışacak, bu kez daha kısa zamanda çıkabilecekti. Bunu belki saatlerce yapacak ve sonunda artık kolaylıkla çıkabilecek hale gelecekti. Bu onun belki bugünkü zaferi olacaktı. Ama artık o zaferi kazanamayacak; sen onun zaferini çaldın.”
Ne diyeceğimi bilemez halde, orada öyle kalakalmıştım.
***
Bu olay üzerinde çok düşündüm. Hala düşünmeye devam ediyorum; her gün karşılaşabileceğimiz iki masum davranıştan - çocuğun koltuğa çıkma çabası ve benim onu koltuğa çıkartmamdan - üzerinde düşünecek önemli konular çıkartıyorum.
İlk farkına vardığım, şimdiki bilincim çerçevesinde konuşuyorum, çocuğun kendine uğraşacak bir hedef seçmesi. Bu bana çok önemli görünüyor. Şimdi farkındayım ki, her çocuk, dil, din, cinsiyet ve milliyet hiç fark etmez, her an kendilerine uğraşacak, baş edebilecek bir hedef seçmek istiyorlar. “Çocuk bu hedefi nasıl seçiyor?” önemli bir bilimsel soru ve dikkatle incelenmeye değer bir konu. Bana öyle geliyor ki çocuk kendine uğraşacak bir hedef seçerken aklına esen bir hedefi, tesadüfen seçmiyor. Kendisinin dahi farkında olmadığı bir “yapabilirim” ölçeği var içinde. Çok kolay hedefleri seçmiyor, yapamayacağı çok zor hedefleri de seçmiyor. Kendini tam anlamıyla verip çabaladığı zaman başarabileceği hedefleri seçiyor. Bu denemeler içinde çocuk kendi yeteneklerini ve gücünü gerçekçi olarak keşfediyor ve kendisini tanıma olanağı buluyor.

Çocuğun kendini gerçekçi olarak tanıması bu tür uğraşılar içinde oluşuyor. ‘Bu tür uğraşılar’ derken iki şeyin altını çizmek istiyorum: 1- Hangi uğraşı içine gireceğini çocuğun belirleyebilmesi ve 2- belirlediği hedef için çaba göstermesinin engellenmemesi, birinin gelip onu ‘Hoppaa!’ diyerek koltuğa çıkarmaması, yani çocuğun gayretine, emeğine, çabasına ‘saygı duyulması.
Şimdiki bilincim çerçevesinde farkında olduğum ikinci şey çocukla sürekli sohbet içinde olabilecek bir ortam yaratmanın önemi. Çocuk uğraşarak sonuçta o koltuğa çıktığında gerçekten ‘başardım!’ duygusunu yaşayacaktır. Ama çocuk, kendisi için önemli insanlarla bu duyguyu paylaşamazsa bu başarı anlam bulamayacaktır. Babanın, “Çıktın!” demek için orada olması ve çocuğunun o anını ciddiyetle ve önemli bir olayı gözlemlercesine paylaşması çocuğun özsaygısının, özdeğerinin gelişmesi bakımından çok önemli. Bu etkileşim içinde çocuk gerçek bir bağlam içinde varoluşun altı boyutunu (ait olma – birey olma dengesi; umursanma-önemsenme; kabul edilme; değerli olma; yapabilme-yetkin olma; sevilmeye değer olma) yaşayabilecek ve olumlu duygularla dopdolu olacaktır.

Farkında olduğum üçüncü şey, babanın çocuğun girişimciliğine önem vermesi, ona “Çıktın!” demesi ve bunu gayet ciddi bir edayla söylemesi. Bu sözün altında, “Zaten kendin de çıkabileceğini biliyordun, şimdi görüyorum ki, haklıymışsın,” mesajı var. Bu sözün altında yatan bir başka anlamda, “Şimdi çıkamamış olsaydın da dert edinmezdim; önemli olan senin oraya çıkabileceğini hissetmen; çıkabileceğini hissettiğin sürece çabalarsın ve bir gün mutlaka çıkarsın,” anlamı da var. Bu bağlamda, babanın oğluna, “Aferin oğluma, bravo sana,” dememesi anlamlı.

Farkında olduğum dördüncü şey, babanın çocuğun davranışını betimlemesi, babanın “Başardın!” yerine, “Çıktın!” demesi. ‘Başardın’ değerlendirici, yargılayıcı bir süreci, bir bakışı ifade eder. ‘Çıktın!’ ise son derece nötr, betimleyici bir tavrı sergiler. ‘Başarı’ kelimesi sonucu, ‘çıkma’ kelimesi süreci vurgular. Ve bu süreci vurgulama tavrı beni farkında olduğum beşinci şeye götürüyor.
Şimdi farkında olduğum beşinci şey, iki farklı yaşam felsefesinin olduğudur. Bu yaşam felsefelerinden biri yaşamın süreçlerine, diğeri yaşamın sonuçlarına odaklanmayı ifade eder. Yaşam süreçlerini birinci planda tutan, anlam verme sistemini yaşam süreçlerini önemseyerek oluşturan bir bilinç:
çabaya,
niyetin saflığına,
gayrete,
şevke,
takip edilen, önemsenen, uyulan değerlere,
sürecin iyileştirmesine
önem verir. Yaşamın anlamı nasıl yaşandığında yatar.

Sonuç vurgulu bir bilinç sonucu önemser;

Alınan nota,
Elde edilen mal varlığına,
Mevki ve makama,
Çıkara ve elde edilen güce
önem verilir.

Çabanın, gayretin, niyetin saflığının, şevkin, değerlerin, sürecin iyileştirilmesinin önemi yoktur.
Sonuç vurgulu yaşam felsefesi, kişinin özdeğerini kişinin elde ettiği sonuçlarla denk tutar. Ve bu tavrıyla da kişinin kendi yaşamında kendisi olarak var olmasını zorlaştırır.
Ne demek bir kişinin kendi yaşamında kendisi olarak varolması?
İlerde bu konuyu irdeleyeceğim.

Doğan Cüceloğlu (16.04.2008)
Pin It

23 Şubat 2011 Çarşamba

HAYATI OLDUĞU GİBİ KABUL ETMEK


Birçok felsefenin en temel mânevi ilkelerinden biri, hayatın belirlediğiniz gibi olmasında ısrar etmeyip, yüreğinizi o anda “olanlara” açık tutmak düşüncesidir. Bu düşünce çok önemlidir, çünkü içimizdeki mücadelelerin çoğu hayatı kontrol etme arzusundan ve gerçekte olduğundan farklı hale getirme ısrarından kaynaklanmaktadır. Ne var ki, hayat her zaman istediğimiz gibi değildir… sadece olduğu gibidir. Bizim huzurumuz, o anın gerçeğini ne kadar kabul edebildiğimize bağlıdır.

Hayatın nasıl olması gerektiği konusunda önceden oluşturduğumuz kavramlar varsa, bunlar, içinde yaşadığımız anın tadını çıkarmamıza ve o durumlardan ders almamıza engel olur. Bu yüzden, belki de bizim için mükemmel bir uyanışa yol açacak olayların değerini anlayamayız.

Bir çocuğun yakınmalarına, ya da eşinizin hoşnutsuzluğuna tepki göstermektense, yüreğinizi açın ve o anı olduğu gibi kabul etmeye çalışın. Onların sizin beklediğiniz gibi davranmayışlarına itiraz etmeyin. Ya da, üzerinde epey çalışmış olduğunuz bir proje reddedildiği taktirde, bozguna uğramış gibi hissetmeden, “Ne yapalım, gelecek sefere kabul ettiririm” diye düşünün. Derin bir soluk alın ve tepkinizi yumuşatın.

Yüreğinizi bu şeklide açarken amacınız yakınmalardan, reddedilmekten, ya da, başarısızlıktan hoşlanıyormuş gibi görünmek değildir; sadece hayat umduğunuz gibi gerçekleşmediği zamanlarda, bunu kolayca kabullenebilecek hale gelmektir. Günlük yaşamın zorlukları içinde yüreğinizi açmayı öğrenebilirseniz, o güne kadar sizi hep rahatsız etmiş olan şeyleri artık sorun olarak görmeyi bırakırsınız. Perspektifiniz derinleşir. Mücadele ettiğiniz şeylerle savaşmaya başladığınız zaman hayat gerçekten bir savaş haline gelebilir. Tıpkı bir ping pong maçına döner ve siz kendinizi top yerinde bulursunuz. Oysa, kendiniz o anın akışına bırakıp, olanları telaşsızca kabullendiğiniz taktirde içinizde daha huzurlu duygular belirecektir. Karşınıza çıkacak küçük zorluklar üzerinde bu tekniği deneyin. Giderek aynı bilinçli davranışı daha büyük olaylar üzerinde de uygulayabilir hale geleceksiniz. Bu da gerçekten çok güçlü olmanızı sağlayacaktır.

Kaynak: Ufak Şeyleri Dert etmeyin
Dr. Richard Carlson
Alkım Yayınları, İstanbul, 2006
Pin It

22 Ocak 2011 Cumartesi

Krişhnamurti

Düşünür Krishnamurti’ye göre pekçok insan; kendini gözlemek, günlük yaşamdan bir şeyler öğrenmek yerine başkalarının söylediklerini tekrarlayarak, ne söylenip ne söylenmediğini tartışarak günlerini geçirir. Bu durum enerji kaybıyla birlikte öğrenme kapasitesindeki düşüşü beraberinde getirir. Böylece kendimizden ve davranışlarımızdan öğrenme konusunda tembelleşiriz.

Nasıl ki bir insanın evinin düzeninden kendisi sorumluysa bir insanın zihinsel düzeninden, davranışlarından, alışkanlıklarından da başkaları değil kendisi sorumludur. Bireyin kendi sorumluluğunu kavrayabilmesi için öncelikle zihinsel bir disipline sahip olmadığını kabul etmesi gerekir. Yani gözlem yapmadığını, yeni kavrayışlara yeni idraklere ulaşmadığını, yerinde saydığını, günlerinin ve yıllarının mekanik tekrarlarla geçtiğini görmesi gerekir.

Eğer birey, kimi şeyleri mekanik olarak tekrarlayıp durmak yerine o şeylerin anlatmak istediğini idrak edip kavrayabiliyorsa, günün hiç olmazsa kimi anlarında kendini sorgulayıp yeni çıkarımlar yapabiliyorsa, kendini objektif bir gözlem altında tutup, müşahade ettiği kimi yanlarıyla uğraşmayı ve pozitife çevirmeyi hedefliyorsa bir umut var demektir.

Zihinlerimizi belirli bir disiplin altında kullanmayı ve bu disiplin sayesinde yeni şeyler öğrenmeyi bilmiyoruz. Bir kişiden, bir kitaptan bir öğretmenden değil kendi zihninin, kendi yüreğinin gözleminden öğrenen, kendi davranışlarından öğrenen anlamına gelir. Bu öğrenme belirli bir disiplini gerektirir. Burada kastedilen kurallara bağlı bir disiplin değildir. Kuralların, boyun eğmenin ve şekilciliğin olduğu yerde öğrenme yoktur. Gözleme dayalı öğrenme günlük yaşamdan öğrenmek, birbirimizle ilişkilerimizden öğrenmek, zihnin derinliklerinden öğrenmektir.

Öğrenen zihin daima esnek ve aktiftir.
Pin It