29 Haziran 2012 Cuma

Akışa Bırakabilmek ne demektir sizce?

Bu ifadeyi sık sık kullanırım.


Ama yanlış anlaşmaya sebebiyet verebileceğini hiç düşünmemiştim. Son zamanlarda anlıyorum evet benim kastettiğim manada algılanmıyormuş bazen…
Dolayısıyla neyi kastediyorum anlatmak istiyorum.
Zira ruhçuluk ve ruhsal bakış açısını da kısmen aktarmış olacağım bu şekilde, memnuniyetim bu..

Bir şeyi akışa bırakmak, ne geleceğini bilmesen bile o gelecek şeyin senin için en hayırlısı olduğunu bilmekle olur.
İnanmak demiyorum, bilmek diyorum.

Çocuk yetiştirirken de aynı mesele aslında:
bazı anneler -ki hiç doğru bulmuyorum- çocuğun başında bıdı bıdı bebekliğinden itibaren bir eğitme peşinde, bir şekillendirme peşinde çocuğun üzerinde çalışır dururlar. Onlara göre annelik budur. Çocuğu kendi kafasındaki doğru insan modeline girmesi için beynini yıkamak. Çünkü o çocuk bomboştur ve doldurulması gerekir, doğru değerlerle doldurulması için beynini sürekli konuşarak yıkamak gerekir. Bu anneler hiçbir şeyi akışa bırakmayan annelerdir. Akışa bırakmak “saldım çayıra mevlam kayıra” demektir onlar için… Ancak sorumsuz anneler bunu yaparlar onlara göre. … Gerçekten samimidirler. Beyin yıkamak diyorum fakat bu bana göre öyle tabii. Bu anneler daha ötesi hakkında bir düşünüşe sahip olmadıkları için ellerinden gelen en iyi anne olma yöntemini uygularlar çaresiz..
Gerçek manada “akışa bırakabilmek”, “saldım çayıra mevlam kayıra” kavramıyla uzaktan yakından alakası olmayan bir kavramdır.
Oradaki “mevlam kayıra” kısmında kişi kendindeki gücü yadsımış ve çocuğunu koruma görevini yukarıya devretmiştir.

Bazılarına göre akışa bırakmak kadere boyun eğmek gibi bir manaya da gelebilir, burada da insanın kendisinin müdahale edemediği bir kaderinin olduğu ve kendisi ne yaparsa yapsın bu kaderi yaşayacağı manası çıkar. Ki bence kesinlikle doğru bir yol değildir. Kadercilik insanı çaba sarfetmekten alıkoyan bir felsefe. Herşey benim için önceden belliyse ben niçin hareket edeyim ki? Zaten üstün bir güç beni yönetiyor yönlendiriyor, bir robot gibi yaşıyorum” diyor insan..? gerçekten bu böyle mi ?

Bir grup insan da bunun tam tersi şekilde yaşamakta, onlar da hayattaki her şeyi kontrol edebilmek için deli gibi çaba sarfetmekte, karşılarına çıkacak olan olayları önceden bilmek için tüm hayatı programlamaktalar. Bu kişiler sürprizlerle karşılaştıklarında anksiyete veya depresyona giriyorlar çünkü kendilerini o anda çok güvensiz hissediyorlar sanırım. Bunlar da  kendilerinin göremediği somut olmayan hiçbir güce inanmıyorlar, kendi varlıklarının göremedikleri taraflarını bile reddediyorlar..
İşte yine karşımıza iki kutup çıktı.. İki taraf da ne kadar uçlardaysa kendilerini ortaya -dengeye- getirecek olaylarla karşılaşıyorlar. Dengeyi koruyabildiğimiz noktalarda daha huzurlu bir ruh haline kavuşuluyor.

Aslında ben akışa bırakma’nın manasıyla ilgili konuşmak istiyordum, laf nereye geldi..
Aslında içi o kadar dolu bir kavram ki.. nereden alsanız bir dünya düşünce geliyor aklıma..

Sezgileri ön planda tutarak yaşamakla ilgili bir örnek vereceğim. Geçen sene Tamer Dövücü’nün ODM kursuna gitmiştim. Ta 2004 yılında gittiğim NLP kurslarından sonra onu ilk görüşümdü bu. Aradan yıllar geçmişti ve tabiki öncekiyle şimdikini kıyaslama hali oldu. Bu sefer Tamer Dövücü’yü bir başka şekilde dinler buldum kendimi. 2004′teki kursta, anlattıklarını deli gibi not alıyor ve onu dinlerken aynı zamanda modellemeye çalışıyordum. Yani onu bir çeşit kopyalamaya çalışıyordum, yaptıklarını yapmaya çalıştım. Anlattıklarını ezberleyip uygulamaya çalıştım. Nasıl yaptığını bilmeye çalıştım. Çaba sarfettim. Çok çaba sarfettim. Kendimi değiştirmeye kendi üzerimde çalışmaya çok çaba sarfettim.
Geçen sene ise, ilk derste onu izlerken, onda ne değişmiş diye bakarken, anlattıklarına karşı daha farklı durduğumu farkettim. Bunu diğer insanların söyleyip sordukları bana farkettirdi aslında. İnsanlar onun gibi olabilmek için soru soruyordu. Onun bildiklerini bilmek için soru soruyordu. Bu bana o anda o kadar anlamsız geldi ki… Bense onu birşeyi anlatırken veya bir uygulama yaptırırken taa içinde ona bunu yaptıran mekanizmayı çözmeye çalışırken bulmuştum kendimi. O bunu sezgileriyle yapıyordu bunu keşfetmiştim.. Bu sezgileri algılamaya çalıştım. Bu çok farklı bir öğrenme şekliydi benim için. Taa içerdeki o şeyi hissettim. Dışarı çıkarmış halini kopyalamaya çalışmadım. Ona o bilgiyi verdiren o davranışı yaptıran ta içerdeki asıl hali algılamaya çalıştım. O anda o bir yöntemi uygulamıyor veya bir bilgiyi uygulamıyordu, o kendi oluyordu, yani taa içindeki bir şeyi harekete geçiriyor ve yalnızca biliyordu.

Ben bu kursta kendimi ve öğrenmeyi daha çok akışa bırakabilmiştim…

Bu, bana bilgiyi en öz halinde hissedebilme şansı verdi. Şekile değil öze odaklanmamı sağladı.
 
Akışa bırakabilmek iman ister..

İnsan denen varlıkların hiçbirisinin zerre kadar hareketinin tesadüf olmadığını bilirsin. İnsan denen varlıkların yaşadıkları her anın bir amacı olduğunu bilirsin. Her anın her sanisenin..
 
ve senin o amacı her zaman idrak edemeyebileceğine iman etmektir..

Akışa bırakmak, olmuş olan şeyler hakkında kızgınlık duymamaktır. Ne kendi yaptıklarımız için ne de başkalarının yaptıkları için. Olup bitmiş herhangi bir şey için duygusal olarak kendini yormamaktır. O şekilde olduysa bu biz onu o şekilde istediğimiz için olmuştur diyebilmektir. İhtiyacımız buymuş diyebilmektir. AMA bu kesinlikle yaşanmamış olayları sanki yaşanmış gibi kabullenmek anlamına GELMEZ. Şu andan sonrasını her an kendinin şekillendirdiğini bilmektir.
 
Çaba göstermemek de akışa bırakmak ile ilişkilendirilebilir ama bu çabasızlık pasif değil aktif birşey. Hareketsiz kalmak (fiziksel ve zihinsel) değil tam tersine bilinçli bir hareketlilik gibi. Bu çabasızlık SONUCUNA bağımlı olmadığın bir fiili yapmak gibi. Genellikle bir şeye ulaşmak için gösterdiğimiz çabalar o sonuca bağımlı yapar bizi. Yani özdeşleşiriz o amaçla. Yolda kullandığımız bir araçtır halbuki vardığımızda durdurup ineceğimiz.. ama kendimizi artık o araba zannederiz. 
 
Akışta ilerlemek, amacın için çalışırken sonucuna iman etmektir daha yaşanmadan…
 
Akışa bırakabilmek en sonunda, bu oyunda senaryoyu yazanın da yönetenin de oynayanın da kendin olduğunu idrak etmektir. ..
 
“Sorumluluk almanın hem de tüm hayatının sorumluluğunu artık üstlenmenin zamanıdır” demek ve bu şekilde yaşayabilmektir akışa bırakabilmek..
 
Kavramlara farklı bakabilmek isteyenler için birkaç ufak bakış açısı …
Pin It

8 yorum:

  1. Tamer Dövücü ' nün kursunda farkettiklerin çok hoşuma gitti !

    YanıtlaSil
  2. herkes birşeyler yaşar onun kurslarında...

    YanıtlaSil
  3. Cok guzel bir yaziydi tesekkurler :) Peki hic dusunuyor musun, o konusan anneler de akisin bir parcasi, ve hicbir sey olmasi gerekmiyorsa olmaz :) Dedigim kadercilik degil. Hatta cok uzaginda. Ama o gun sana egitimde yasatilan deneyimde hissettigin yerle, bidi bidi annenin konustugu yerin ayri yer oldugunu deneyimliyorsan, bu senin deneyiminde bir sizinti olduguna isaret eder sadece :) Lutfen kelimelerimi kabalik olarak algilama. Oyle yazmiyorum. Etrafimizdaki insanlarin yaptiklarini ancak onlar bizde de varsa anlayabiliriz. Zihin boyle calisabilir, baska yolu yoktur. Iki konusma hali vardir misal. Biri korkudan konusmak, digeri de konusturulmak. O huzur alaninda demlendigin an'da, ihtiyac sonrasi dogan konusma hali, cocuk icin onemlidir, gereklidir. Ama korkudan dogan kelimeler cocuk icin ancak baglayici olabilir. Her iki hali de deneyimleyen bir anne olarak o konusma halini biraz daha acmak icin yazdim bunlari :) ASK'la...

    YanıtlaSil
  4. Çok teşekkürler :)İşte bu sohbetler için bu blog var. Çok sevindim :) bu vesileyle bloğunuzu da keşfettim.

    Aynen katılıyorum. Kadercilik gibi gözüken bazı şeylerin kaderciliğin çok uzağında olduğunun ben de idrakindeyim sizin gibi.

    Çocukta ihtiyaç sonrası doğan konuşma hali ile ilgili bazı örnekler verebilir misiniz acaba? Nasıl ayırt edebilirim çocuğumda korkudan doğan kelimelerle huzurdan doğan kelimeleri..

    Sevgiler
    Nihan

    YanıtlaSil
  5. En kisa zamanda geri gelecegim, misafirim var :)

    YanıtlaSil
  6. Cocugunda korkudan dogan veya ihtiyactan dogan degil, sende dogan. Soyle ozetlemeye calisayim. Birinde kendi korkularimiz baskin, ondan dogan karsimizdakini, bu durumda cocugumuzu bastiran, ve akisi durduran, sozel iletisim. Mesela cocuk eve okuldan bir esya calarak gelmis. Ama daha calmanin ne oldugunu bilmeyecek yasta, yani deneyimliyor sadece. Eve geldi, gordum birinci davranis: (korku cikisli, ya benim cocugum hirsiz olursa, ben hirsiz annesi mi olacagim'dan dogar bu, su anda buyutuyorum gibi gorunuyor ancak herkes kendi davranisini mercek altina alirsa gorecektir ki maalesef korkudan dogan tepkilerimiz bir turk filminden de daha dramatiktir.
    Ikinci davranis da faydacidir. Ortada bir firsat vardir. Bu firsat cocuga dogru davranisi gostermek icin kullanlir. Cikan kelimeler huzurlu, sakin, sevgi doludur. Ogretme yoktur, sadece kalpten kalbe gecen devamli bir akis ve beraberinde kalpten cikan kelimler vardir.
    Hindistanda uc turlu tepkiden bahsedilir. Birincisi tamasik, ikincisi rajasik, en sonuncusu satvik. Tamasikde: goren ebeveyn hic bir sey soylemez, duruma mudahele etmez cunku bununla ugrasacak gucu yooktur. Gormezden gelir. Rajasik tepkide ne sen nasil calarsin, bagiris cagiris, siddet vardir. Satvikte ise sakinlik ve duruma hakimiyet vardir. Olayi disardan gorursun, ates yoktur.
    Anlatabilmisimdir umarim :)

    YanıtlaSil
  7. Teşekkür ederim, anladım ve kalpten katıldım sana. Sanırım Hindistan'da yaşayan insanlar, maddenin cazibesine en az kapılan insanlar arasında dünyada. Belki birkaç ülke daha vardır. Çünkü bir şeyi bilirsin ama uygulayamazsın. Onlar uyguluyor gibi de gözüküyor.
    Malesef çocuklarımıza korkuyla yaklaştığımız zamanlar çok oluyor. En aza indirmek için çabam. Bazen de çabasızlığım..

    YanıtlaSil